11 Ekim 2021 Pazartesi

Likya Yolu, Ovacık - Kalkan Kısmı

Yürümeyi severim. Yurt içi ve dışında, şehirlerde ve doğada, çok sayıda uzun yürüyüş yaptım. Ancak bunların hepsi bir günlüktü ve hiçbirinde ağır bir sırt çantası ile yürümemiştim. Likya Yolu'nu yürümek isteyen bir arkadaşım iki seneden beri bundan bahsediyordu ve bir gün, "tamam" dedim, "ben seninle gelirim". Söz bir kere ağızdan çıkınca da geri dönemedim.

Başlangıçta 7 gün ve Ovacık- Kaş olarak planlamıştık. Ama neyse ki az biraz aklın galip gelmesiyle, planı 7 gün ve Ovacık - Kalkan olarak revize ettik.

Çanta İçeriği:

Çanta : Forclaz Trek 900 70 + 10, 2700 gram

Şişme Kamp Matı : Forclaz Trek 700 XL, 800 gram

Uyku Tulumu : SANDFOX Spring -10 3 Mevsim Yorgan Kesim Uyku Tulumu, 1900 gram

Çadır : Forclaz Trek 100, 2600 gram

Taban Matı : 7 mmlik köpük, 500 gram

2 adet power bank, cep telefonu şarj cihazları, Şarjlı Led Kafa Lambası

İç çamaşır, Çorap, Tişört, Deniz Şortu, Şort, Yağmurluk, Yedek Ayakkabı, Terlik, Katlanır Kaşık Çatal Tirbüşon, Metal Tabak, Karabinalı Kupa, Tuvalet Kağıdı, Sabun, Islak Mendil, Protein Barlar

Çantanın toplam ağırlığı, su hariç 13 kg idi. Tüm etaplarda, Tuna azami 2 , ben 1.5 litre su ile yürüdük. Herkesin metabolizma farklı ve bu yüzden su ihtiyacı da farklı oluyor tabii ama bize bu miktar Eylül sonunda ucu ucuna yetti. Sadece Alınca çıkışı (Kabak'ta suları yenilemeyi unuttuk) ile Gelemiş - Pınarkürü arasında biraz sıkıntı oldu ki Gelemiş - Pınarkürü arasında hiç su yok.

Protein Barlar haricinde hiç yiyecek taşımadık. Kahve, çay gibi çok hafif ve ufak tefek bir kaç şey de Tuna'da idi. Gelemiş-Kalkan arasındaki sıkıcı hat hariç her hatta, arada bir yerde yiyecek bulunuyor. Gıda konusunda özel bir probleminiz yoksa yiyecek taşıyıp taşımama konusunu düşünün derim.

1.Gün, 22 Eylül 2021, Ovacık - Kozağaç - Faralya:

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/likya-yolu-1-gun-1-etap-ovacik-kozagac-84458381

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/likya-yolu-1-gun-2-etap-kozagac-faralya-84479496

Ovacık'ta Aydede Kamping'de geceledikten sonra sabah 8'de yola koyulduk. Bence, bu yürüyüşteki,   en güzel parkur Ovacık - Kozağaç arası. İnsan yapımı olduğu belli olan dar taş yollardan geçip çok güzel manzaralara şahit oluyorsunuz. Kozağaç'a indiğinizde suyunun tadı muhteşem olan bir çeşmeye rastladık. Eylül ayında  dahi suyu boldu. Çeşmenin hemen karşısında bir aile işletmesi olan Çeşmebaşı Kafe var. Orada mola verip bir şeyler yedik, çay içtik. Kezban Hanım, eşi, kızı Ela ile muhabbet de bonusu oldu. Burada, Çorlulu bir arkadaş, Onur'la tanıştık. Likya Yoluna yedi kere yürüyüşe gelmiş, farklı etaplarını yürümüş. Yolla ilgili tecrübelerini bizimle paylaştı, tavsiyelerini dinledik. Bir diğer tanışıtığımız yürüyüşçü Antalyalı bir öğrenci olan Mert'ti. Uygun ayakkabı kullanmadığından, Mert'in ayakları daha bu etapta pert olmuştu. Onur, tecrübeli bir kampçı olarak, Mert'in tedavisini üstlendi. 

Mola sonrasında bir süre asfalt köy yolundan ilerledikten sonra Faralya'ya çıkan patikaya girdik Arada bir yerde büyükçe 3-5 ev inşaatının olduğu bir bölgeden geçtik. Kozağaç'tan sonra Faralya'ya kadar suyunuzu tazeleyebileceğiniz, Eylül'de suları hala kurumamış olan çeşmeler var. Faralya'ya yaklaştıkça, bir kaç güzel pansiyon-otelin önünden geçtik, bunların özellikle bir tanesi dikkatimizi çekti: Die Wassermühle Landhotel Faralya. Pandeminin etkisi olsa gerek, mekan gayrı faaldi. Ağaçların arasında çok emek harcanmış olduğu belli güzel bir yerdi, Alman ekolü.

Manzarası övülen, köyün içindeki ücretsiz kamp alanına şöyle bir baktıktan sonra yukarıdaki yola tekrar çıkıp, Faralya Gül Pansiyon'un bahçesinde kamp kurduk. Sanırım, yürüyüş sezonunun daha çok başında olduğumuzdan ve etrafta konaklama imkanı bol olduğundan ötürü bizden başka konaklayan sadece bir kişi, Kozağaç'ta tanıştığımız Mert, vardı. Gül Pansiyonun kamping alanında , çadırların yakınında gayet temiz 2 adet duş ve tuvalet mevcut. 

Burada Kelebekler Vadisi'ne inişi, sırt çantalarını kampa bıraktıktan sonra, denedik ancak başarılı olamadık. İniş parkuru Likya Yolunun dışında olduğu için midir, yoksa bizim beceriksizliğimizden mi bilemedim ama aşağıya inen patikayı bulamadık. Belli bir yere kadar indikten sonra saat geç olduğu için geri döndük. O zaman nasılsa aklımıza gelmedi ama döndükten sonra bakınca Wikiloc'da sahile inenlerin GPS rotaları var. Bir dahakine tekrar deneriz diyeceğim ancak iniş videolarını gördükten sonra söyleyebilirim ki, zor denerim.

2.Gün, 23 Eylül 2021, Faralya - Kabak - Alınca:

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/likya-yolu-2-gun-faralya-alinca-84550397

Gül Pansiyon'dan çıktıktan sonra bir süre asfalt yoldan ilerleniyor. Patikaya giriş öncesindeki işareti kaçırmazsınız. Alınca'ya kadar su ikmali yapacağınız tek yer Kabak. Kabak'ta sahile kadar inen bir yol var ancak tekrar 750 m irtifa almamak için biz inmedik. Kabak'tan sonra Alınca'ya kadar süren uzun bir tırmanış var. Bu parkur beni zorladı, kondüsyonum zayıf olduğu için. Yoksa parkur sıkıntılı bir zemine sahip değil. Genelde ormandan devam ediyorsunuz, ağaçların altında yürümek çok güzel. Kabak - Alınca arasında bir yerde bir şelale varmış. Yolda rastladığımız Ukraynalılar nerede olduğunu bilip bilmediğimizi sordular. "Bilmiyoruz ama bu mevsimde su da yoktur zaten yaaa"  dedik bilmiş bilmiş. Neyse ki bizi dinlemediler, nitekim akşam Alınca'da karşılaştığımızda sordum, bulmuşlar ! 

Alınca'ya yaklaştığınızda, yaklaşık 1-2 km kala iki yerde ieçek satanlar var ki bunlardan ilki olan Ergün'ün olduğu yerdeki tenteyi görünce serap görüyoruz sandık. Kola vb. içecekler soğuk değildi ancak önemli olan suyun olmasıydı, kana kana içtik. Üstüne de 4 bardak çay. Alınca'ya varmadan önce iyi bir doping oldu. Ergün malzemeleri oraya sırtında getirdiğini söyledi. Eskiden katırı varmış ancak katır ölünce kendisi taşımaya başlamış. 1.5 litrelik suyu 8 TL'ye satıyor diye yolda arada karşılaştığımız bir bebe suyu almadı. Markette zaten 3-3.5 TL, adam dağın başına taşımış, bir günde sattığı satacağı 3-4 şişe zaten. Dağın başında bu muhasebelere girmek bize garip geldi. Buradan yaklaşık 1 km sonra  Ramazan'ın yeri var. Ramazan'ı göremedik, fiyatları yazıp bir kumbara bırakmış.

Alınca'ya varınca muhteşem bir manzara sizi bekliyor.  Konakladığımız yerler içinde, manzarası en güzel olan yer, 760 metre rakımdan Akdeniz'e bakmak çok güzel. Akdeniz kıyısında ve daha Eylül sonu olmamıza rağmen gece hava soğuk ve rüzgarlıydı, yanımda taşıdığım tek uzun kollu giysi olan yağmurluğumu giymek zorunda kaldım. Bir sonraki günün varışı olan Bel ile birlikte uzun kollu bir şeye ihtiyacım olan tek yer burası oldu.   

Alınca'ya vardığımzda açlık ve yorgunluktan ilk gördüğümüz yer olan Bayram'ın Yeri'ne oturup bir şeyler atıştırdık. Sonra Catchy Camping'i aradık ancak bulamadık. Google Maps'deki yer bilgisi yanlış. Daha sonraki günlerde öğrendik ki, Bayram'ın Yeri eskiden Catchy imiş. Bayram'ın Yeri'nde çadır kuruluyor. Çadır alanında bir kaç çadır vardı. Sonra bir tur şirketinin elemanları geldi. Onlarla konuştuğumuzda yürüyüş yaptırdıkları bir grubun da burada konaklayacağını öğrenince orada kalmaktan vazgeçtik. Pansiyonun  önünde yükselmekte olan inşaat sinir bozucu. Bir insan komşusuna böyle bir kötülüğü nasıl yapar anlamak zor. Bayram'ın Yeri için üzüldük. 

Tuna internetten Likya Yolu  Restoran ve Pansiyon isimli bir yeri buldu. Aşağıya doğru kıvrılan yolun az aşağısında. Oraya yürüdük, mekanı beğenip sırt çantalarını indirdik. Yine şanslıydık, bahçede bizimkilerden başka çadır yoktu. Çadır kurulan bahçe, cepheleri tamamen cam olan odalar ve restoranın deniz manzarası müthişti.

Akşamüstü restoranda otururken, Likya Yolunu tek başına yürüyen (Faralya'dan hemen sonra karşılaşmıştık) Kanadalı Pergel Bacak Pierre ile tanışıp sohbet ettik. Adam 58 yaşında olmasına rağmen o gün bizi durup durup geçmişti, tabii biz bunu ağır sırt çantalarımıza vermiştik, yoksa tozunu attırırdık. Terasta otururken Alınca'lı değil ama yakınlardaki köylerden birinden olan biriyle daha tanışıp, arazi al-sat hikayelerini dinledik. Adam tam bir Cem Yılmaz karakteriydi, al-koy filmlerine mükemmel bir karakter olarak hiç sırıtmaz. 

Likya Yolu Restoran & Pansiyon'u Bayram ve eşi işletiyor. İki küçük çocukları var. Çocuklardan 4 yaşındaki Yiğitcan'la bayağı bir sohbet ettik. Sohbetimizin ana konusu iş makinaları, "excavation"!, ve dronelar üzerineydi.  

3.Gün, 24 Eylül 2021, Alınca - Ge - Bel:

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/likya-yolu-3-gun-alinca-ge-bel-84650444

Alınca'dan Ge'ye giden yol pansiyonun hemen önü ve aşağısındaki "über" lüks evin arkasından geçerek başlıyor. Cennet Koyu manzarası eşliğinde, diken ve çalıların olduğu bir parkurdan iniş yapılıyor. Yaklaşık 1.5 km boyunca 250 metre iniyorsunuz. Ge'ye gelene kadar, 3 tane dik sayılabilecek eğime sahip tırmanış var ama bizim için zorlayıcı olduğunu söyleyemem. 

Alınca'dan sonra ormana girilen bölgede bir ara işaretleri kaybettik ve rotayı izleyemedik, mecburen araç yoluna çıkıp bir süre oradan devam ettik. Yolda sık sık rastladığımız Ukraynalı grup da aynı şekilde rotayı takip edemedi. Yoldan tekrar ayrılıp patikaya girdiğimiz yerde Turkdomes Glamping isimli mekan karşımıza çıktı. Bu glamping kavramını ilk defa bu yürüyüşte gördüm. Yarım küre şeklinde inşa edilmiş çelik konstrüksüyon üzerine özel bir membran geriyorlar, altında ısı izolasyonu katmanı var. Sonra da içerisini bir otel odası gibi düzenliyorlar. İçerisi için : "Sky is the limit". Burayı işleten çift, çocukları büyütünce İstanbul'dan kaçmış gelmiş. Ormanın kenarında, kafa dinlemek, günü birlik yürüyüşler yapmak için güzel bir mekan. 

Ge'ye varmadan önceki son 2 km'yi yoldan yürüyorsunuz ki burası pek sevimli değil. Ge'ye girince Türkmen markette mola verip bir şeyler içip yola devam ettik. 

Ge'den hemen sonra bir süre teraslanmış tarlaların arasından geçiyorsunuz, çok güzel gözüküyor bu araziler.

Ge - Bel arasında bir Türk tur grubuyla karşılaştık. Tamamen gençlerden oluşan, 14-15 kişilik bir ekipti. Dinlenmek için durdukları yerde biz de durduk, muhabbet ederken pantolonumun markası tur rehberinin dikkatini çekti. Oradan tanış çıktık, Ankara küçük yer. Tur şirketi bir araçla gençlerin malzemelerini konaklama noktalarına taşıdığı için sırtlarında sadece ufak tefek eşyalarının bulunduğu küçük sırt çantaları vardı, gençlere imrenmedik değil. Bu arada, tur şirketinin adı Artemis Outdoor. Grubun rehberi Ali aynı zamanda şirketin de sahibi. Hızlı düşünen, izci terbiyesi almış, çalışkan bir genç. Biraz sohbet edip, bir sonraki konaklama noktasında ekibin diğer iki üyesinin çalışmalarını gözlediğimde gördüğüm şu ki, Türkiye ortalamasının üstünde bir profesyonelliğe sahipler ve işlerini çok seviyorlar. Reklamlar burada bitti.

Sabah geç yola çıkmanın bir hata olduğunu bu 3.gün anladık, Bel'e vardığımızda hava kararmak üzereydi. Yolda karşılaştığımız grubun meşhur Fatma Teyze'nin mekanında kalacağını öğrenince hiç kasmadan doğrudan Raziye Pansiyon & Ramazan Market'e yollandık. Bel zaten, yaklaşık 10 haneli küçük bir köy, kalacak yer çok az. Burası yürüyüş rotasındaki en gariban köy. Oldukça sapada ve yürüyüşçülerden başka gelen - gidenin olduğunu sanmıyorum. 

Ramazan Abi evin arka bahçesini çadırcılar için düzenlemiş. Agaçlarla çevrili çok güzel, temiz bir bahçe. Çadırların üzerine kurulabileceği 4-5 ahşap platform da yapmış. Akşam Raziye Hanım'ın hazırladığı yemeklerden yedik. Yemekte, o gece orada kalan Slovenyalı çok tatlı bir çift ile tanıştık, Lea ve Yure. Yemek boyunca uzun uzun sohbet ettim. O arada Tuna da Ramazan Abi ile sektörün sorunlarını tartışıyordu.  Lea ve Yure Türkiye'de benim gezdiğim yerlerin çok daha fazlasını gezmişler. 

Ertesi sabah kahvaltıyı yaparken de Ramazan Abi ile muhabbet imkanı oldu. Geçmişten, çocuklardan, iklimden, yoldan, işlerden  uzun uzun konuştuk. Enteresandır, konakladığımız mekanları  hepsinin sahibi oranın yerlisiydi ama Ramazan Abi hariç hiçbiri çevreyi, yürüyüş yollarını bilmiyordu.  

4.Gün, 25 Eylül 2021, Bel - Gavurağılı:

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/likya-yolu-4-gun-bel-gavuragili-84720933

Bugünkü rotamızı bilerek kısa tutmuştuk. Okuduklarımızdan, bize anlatılanlar kafamıza kazınan iki etap vardı: Alınca tırmanışı ve Gavurağılı inişi. Alınca geride kaldıktan sonra sıra Gavurağılı'na gelmişti. Bel'den çıktıktan sonra yoldan devam edip Belceğiz tabelasını görünce patikaya geçiyorsunuz. Toplamda 3 km kadar aynı rakımda gidiliyor. Sonra meşhur iniş başlıyor. İniş çok dik değil (wikiloc linkinden yükseklik profiline bakabilirsiniz) ancak çok uzun sürüyor, 5 km boyunca iniyorsunuz ve sürekli iniş sıkıcı oluyor. Ancak zemin bir çok yerde sıkıntılı olabiliyor. Safi kaya olan yerler daha güvenli ancak toprak ve küçük taşların olduğu yerlerde kayma riski hep var.  Sırt çantası taşıyınca dengeye dikkat etmek gerekiyor, yataydaki ağırlık merkezi vücuttan daha arkaya doğru kaydığı için.

Bir blog yazısında buranın işaretlemesinin kötü olduğunu okuduğumuzdan burayı daha bir dikkatli indik ve işaretleri hiç kaçırmadık. Ama nominal bir dikkat halinde dahi işaretleri kaçıracağınızı sanmıyorum.  İnişin güzelliği, sağınızda sürekli bir Akdeniz manzarası olması. Sonlara doğru da Patara'yı görüyorsunuz.

6 günlük yürüyüşte en az ve en kısa yürüdüğümüz etap buydu. Çünkü deniz seviyesine ilk kez indiğimiz bugün bol bol yüzmek istiyorduk ve yüzdük de. 

Yürüyüşün, abartmıyorum, neredeyse başından beri Patara Green Park Camping tabelasını görüyorduk. Bir nevi Ümitköy Sineklik veya hadi Ankara skalasından çıkıp, daha global olalım, Koltuk Hastanesi gibi. Ama ne var ki, Patara Green Park kapanmıştı. Biz de, Karadere Park Orman'da çantaları indirip çadırlarımızı kurduk. Çam ağaçlarının altında çok güzel bir kamp alanı. Yine bir aile işletmesi ama yerlisi değiller. Zaten sanırım Gavurağılı'nda deniz seviyesine indikten sonra konaklama işini artık yerliler yapmıyor. İnsan profili değiştiği için olsa gerek... Tuğba Hanım, Oğuzhan Bey, onun annesi Funda Hanım ve çiftin ağırbaşlı oğulları Kaan tarafından işletiliyor kamp. Funda Hanım'ın yemekler çok güzel. Duşlar açıkta (problem mi? deniz kenarındasınız). İki erkek + iki bayan tuvaleti var, tertemiz. Bu kamp yerini de herkese tavsiye ederim.

Kampın altında, ayrı iki yerden inilen iki tane koy var. Her ikisinde de deniz tabanında büyük taşlar mevcut. Hemen de derinleşmediği için kayıp düşme riski var. Ama su akvaryum gibi berrak ve çok temiz. Ayakları yerden kesmek için yeterli derinliğe ulaştıktan sonra yüzmek çok güzeldi. Ege'nin soğuk suyuna alışık olanlar için su Eylül ayında mükemmel sıcaklıkta. Yürüyüşün bu 4.günü, plandığımız gibi bizim için bir ödül oldu.

Buradan sonrası için (Kalkan'a kadar olan parkurlar) şunu söyleyebilirim ki, yürümeseniz de olur. Rota hakkında tecrübeli olanların söyledikleri (bkz. Onur), bloglardan okuduklarımız, Oğuzhan Bey'in aktardıkları gayet doğru ve mantıklı. Gavurağılı'ndan Kınık'a kadar olan yolun tamamı seraların arasından geçiyor. Likya Yolu rotası 90'lı yıllarda oluşturulduğunda, bu hat muhtemelen, Shire (!) gibi bir yerdi, yemyeşil çayırlar, dereler vs. ama sonradan tamamen seraların arasında kalmış. Bilmiyorum, eskilere sormak lazım.

5.Gün, 26 Eylül 2021, Gavurağılı - Gelemiş (Likya Yolu Rotası değil)

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/letoon-gelemis-84861731

Beşinci gün önerilere uyup Letoon'a kadar araçla gittik. Karadere Park Orman'da böyle bir servis var. Araç ve personel müsaitliğine göre, restoran kısmında tabelada yazan ücretler karşılığında Letoon ve Patara'ya bırakıyorlar.

Letoon, mesela bir Sagalassos, bir Efes kadar olmasa da yine etkileyici bir ören yeri. Görülmesi gereken yerlerden. 

Letoon'dan sonra Xanthos'adoğru yürüşe geçtik. Xanthos kapalı olduğu için orayı gezemedik. Likya Yolu Xanthos'tan sonra kuzeye kıvrılıp Çavdır-Çayköy-Üzümlü hattından geçip Gelemiş'e uzanıyor. O mesafeyi yürümeyi gözümüz yemedi. O hatta Gelemiş'e gelmeden arada bir yerde de gecelemek istemedik. Bu yüzden Kınık-Ova üzerinden doğrudan Gelemiş'e yürüyerek bize yürümememizi tavsiye ettikleri yolun daha da fazlasını yürüyerek güzel bir mallık yaptık. Spor niyetine yaptık diyerek acımızı hafifletiyoruz. Ya da işte, pandemi vs koşulları, donmuşa binmedik iyi oldu gibi söylemler de bir başka avuntu noktası (ha bu arada, Patara dolmuşlarının tamamına yakını boş geçiyordu, o ayrı). Neyse, tüm yürüyüşün en sıkıcı ve en sevimsiz etabı buydu. Ama düz yol olduğu için iyi hız yaptık, sırt çantaları ile ortalama 6 km/h. Gelemiş sapağına gelmeden önce uzun bir süre şehirlerarası bir yoldan yürüdük ki, şimdi düşünüyorum da akıl işi değil. 

Gelemiş'te sınırlı sayıda kamping var. Çadırda kalmaya alışmıştık, ayrıca çadırı, uyku tulumu vs 6 kg yük taşıyınca otelde ye da bungalovda kalmak istemiyorsunuz. Gelemiş'teki kampinglerden Çeyrek Kamping'i seçtik. Kamping Gelemiş'in içinde girişe yakın bir yerde. Ağaçların arasında, türlü türlü evcil hayvanın ortalıkta salındığı, ağaçların arasında, tam da yürüyüşçüler için yapılmış bir kamp. Yine, bizim dışımızda tek bir misafirin bulunduğu bir kamp. Kampı emekli öğretmen Engin Hoca ve oğlu Arın işletiyor. Mutfak, duş-tuvaletler açık havada, bu konuda standartları yüksek olanlar için söylüyorum,  yoksa bizim için gayet normal, Akdeniz'desiniz ve mekan bir kamping. Çadırları kurmadan , soluklanmak için  terastaki muhteşem rahatlıktaki koltuklara oturduk. Etraftaki kedi - köpekle muhabbete dalmışken Engin Hoca geldi, oradan buradan konuştuk biraz. Sonra, "Ben yorgunum, erken yatacağım, mutfak orada. Dolapta da yiyecek bir şeyler var, gidin istediğinizi pişirin" dedi. Formal insanlar değiliz, bu teklifi tabii ki ciddiye aldık.  Gittik marketten alışveriş yapıp. mükellef bir meze sofrası kurduk. Arın'ı da davet ettik. İşlerini bitirdikten sonra bize katıldı. Tüm yürüyüş boyunca en uzun oturduğumuz gece buydu sanırım, sohbet sohbeti açtı. Engin Hoca ve Arın bu devirlerde zor bulacağınız insanlardan.

6.Gün, 27 Eylül 2021, Gelemiş - Pınarkürü:

https://www.wikiloc.com/hiking-trails/gelemis-yesilkoy-84947143

Yolculuğun 2.en sıkıcı etabı da bu etap. Tamamına yakını toprak yoldan ilerliyor. Orman kenarınızda ama bir türlü ormanın içinden geçmiyorsunuz. Su içebileceğiniz bir çeşme yok, su alabileceğiniz bir yer yok, mola verebileceğiniz bir yer yok. Normalde, bu günü Kalkan'a kadar yürüyecek şekilde planlamıştık ancak Patara'da yaklaşık 4 km yolu (kaçırdığımız dönüşten, dönüş antik kentin içinde bir yerde, Dört Ayaklı Kemer'in yanından) fazladan yürüdüğümüz için Pınarkürü'nden sonra 7 km daha yürümeye takatimiz kalmamıştı. Yürüyüşü orada bitirdik. Bu etapta yorgunluğun, susuzluğun, yolun sıkıcılığının ve de yılgınlığın vermiş olduğu ruh haliyle işaretleri sık sık kaçırdık, farklı rotalardan devam ettik. 

Nedense her ikimizde de Pınarkürü Restoranın böyle kapısında BMWler, Audilerin olduğu lüks bir restoran olduğu düşüncesi hasıl olmuş. Hatta, bu üst baş ile nasıl olacak diye düşünmüşüz. Sanıyoruz ki oradan taksi çağırıp Kalkan'a öyle gideceğiz. Sonradan oraya varıp oturduğumuzda konuşunca ortaya çıktı. Güldük tabii. Mekanı işleten, çekip çeviren tek kişi, Yüksel Abi. Elektrik yok (ancak içecekler harbi soğuk). Dükkan saat iki buçuktan sonra açılıyor. . O akşam Kalkan'dan arabayı alıp daha Kaş'a gideceğiz, çadırları kuracağız falan. Neyse , Tuna akıl etti de, Yüksel Abi'ye sorduk, "Abi bize yemek yapar mısın? Abi bizi Kalkan'a atar mısın?" Yapma mı, atma mı, aylak mevsimde müşteri çıkmış. O akşam orada yediğim Çipura yediğim en lezzetli Çipularındandı hem de tavada olmasına rağmen. O kadar lezzetliydi ki, ertesi gün eve dönüş yolunda tekrar uğrayıp bu sefer ızgarasını yedik.

 Son:

Daha yolda iken farkettik ki, bu yürüyüşün en güzel yanı sadece doğa, antik şehirler, yalnızlık değil, karşılaştığınız insanlarla yaptığınız sohbetler. Hepimiz gibi gayet sıradan insanların (sizi bilmem, ben gayet sıradanım) güzel hikayeleri yürüyüş boyunca kafanızda yer ediyor;  dört yaşındaki bebenin müteaahitlik maceraları; yokluk içinde iken kız çocuklarını üniversitede okutmuş köylüler; taşımalı sistemde köylerinden her gün yakındaki bir kasabaya okula giden bebeler; işlerden daralınca airbnb'den mekanı kapalıya çekip kafa tatili yapan aileleler; tüm parasını kedilere; tüm tatillerini Likya Yolu'na harcayan güvenlik görevlisi seyyahlar; okulu 9 senede bitirip kendini Güney'e atan, dışarıdan hiç belli etmeyen yeni zaman abdalları; annesi terk ettiği için travma yaşadığından kucağınıza aldığınızda yarım saat parmağnızı emen kediler; tavukları mutfak tarafına geçirmeyen Şi-la; 19 yaşından beri hayatını insanları doğada yürüterek kazanan gençler ve daha nicesi.     


12 Kasım 2011 Cumartesi

Uzuuun zamanda beri Milli Takim'in maclari beni heyecanlandirmiyor. Hatta cogunu seyretmiyorum bile.
Bu takima Sinyor Terim'in ikinci TD'lik dönemiyle birlikte bir seyler oldu. Olaylarin baslangicini Ersun Yanal'in federasyon+yüce Istanbul futbol kamuoyu isbirligi sonucu gönderilmesine kadar götürebiliriz. Isvicre rezaleti, Emre'nin Mehmet Demirkol'a yaptigi el-kol isareti, FT ve GH dönemindeki futbolcu tercihleri, Hamit'in Almanya maci sonrasi garip aciklamasi, Volkan + Emre'nin dün geceki küfürleri, bazi futbolcularin Zagrep'e gitmemek icin gördügü kartlar...
Absürdlük silsilesine tribünleri de eklemek lazim. Stadyumdaki taraftarlik anlaminda Istanbul iyiden iyiye dengesizlesmis. Saracoglu'nda, TT Arena'da oynanan son maclarda gözlenen sacmaliklar sinir bozucu. Rakip takimin milli marsini islikla (vazgecemedik sundan), sonra rezalet oyun cikaran kendi oyuncunu önce alkisla sonra islikla protesto et, ardindan milli marsini islikladigin takimi kendi takimini protesto etmek icin alkisla sanki iyi oyuna deger veren bir kitleymissin gibi. Yazik...

1 Mart 2011 Salı

Fikret Eroglu'nun Melih The Invincible Hakkindaki Yazisi


http://sportmeninyeri.com/ankaragucu/3588/fikret-eroglu-melih-gokcek-talanin-ustunu-ortmeye-calisiyor

Son günlerde Ankaragücü’nde olup bitenler birçok futbolsever açısından kafa karışıklığı yaratmış durumda. Başkent’in köklü ve sevilen kulübüne geçen yıl Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in oğlu Ahmet Gökçek’in kulüp başkanı olması ve Ankaraspor ile Ankaragücü’nü birleştirmesi kararının yarattığı soru işaretleri hala akıllarda dururken, kısa bir süre önce kulüp yönetiminin kulüp hakkında icra davası açması belirsizliği artırdı.

Fakat yaşananların tozu dumanı arasında görünmeyen bir konuya dikkat çekmek zorundayız. Bu da Türkiye’de futbol yönetimlerinin yarattığı kirlilik ve futboldan sağlanan kaynakların yöneticiler tarafından servet kapısı olarak görülmesidir.

Kulübün yönetimini geçtiğimiz sene alan ve şu anda yönetim kurulu üyeliğine devam eden 10 yönetici ve 1 çalışan, geçtiğimiz haftalarda, Ankaragücü kulübüne icra davası açtılar. İddiaya göre, söz konusu 11 kişi kulübe borç para vermiş ve şimdi alacaklarının tahsil edilmesini talep etmektedirler. Bu isimler şunlar:

Nuri Elibol 7.902.574,00 TL
Seçkin Odabaşı 1.483.791,00 TL
Ömer F. Kalyoncu 638.711,00 TL
Yavuz Bulut 631. 254,00 TL
Necdet Kuzu 488.488,00 TL
Nadir Koç 2.598.347,00 TL
Mustafa Akan 9.790.670,00 TL
Mehmet Nükte 2.244.582,00 TL
Levent Çamur 3.059.114,00 TL
Ender Yurtgüven 1.753.628,00 TL
Ayhan Atalay 3.115.574,00 TL
Toplam: 33.706.733,00 TL

Bu tablo karşısında sorulacak birçok soru geliyor akla. Öncelikle, yukarıda adı geçen Ankaragücü yöneticileri kulübe borç verdikleri bu servet değerindeki parayı nasıl kazandılar? Kazandıkları bu trilyonların vergisini ödediler mi? Örneğin Ender Yurtgüven bir kulüp çalışanı olarak ne kadar maaş alıyor olabilir ki kulübe yaklaşık iki trilyonluk bir borç verebiliyor? (Ender Yurtgüven sorulardan bunalmış olacak ki geçtiğimiz hafta Ankaragücü’ne verdiği borcu hibe ettiğini açıkladı).

Nuri Elibol’un geliri ne kadar ki, yöneticiliğini yaptığı kulübe yaklaşık sekiz trilyon tutarında borç verebiliyor? Bir parantez de Nuri Elibol için açalım: Elibol emekliliğe kendi isteğiyle ayrılan bir binbaşı. Laikliği ve cumhuriyetçiliği ile bilinen bir TSK mensubu. Fakat ne oluyorsa borçlarından dolayı hacze uğramasıyla oluyor ve bir gün Melih Gökçek’le tanışıyorlar. Bu tanışmanın ardından Türkiye Gazetesi ve TGRT Televizyonu’nda “gazeteci” oluyor; kısa süre sonra da bu kurumun başına geçiyor.

Gökçek’in Tayyip Erdoğan ve AKP’nin yıpratılması için bir takım çalışmalar yaptığı ve kamuoyu yoklamalar hazırlattığı dönemde, Gökçek’le çok da sıkı fıkı. Dolayısıyla Elibol’un önüne gelen AKP ve Tayyip Erdoğan hakkındaki her haber Gökçek’e ulaştırılıyor. Elibol dünyanın en zengin gazetecisi oluyor, fakat kendi ismine kayıtlı hiçbir mülkü ve parası bulunamıyor. Ama İhlas Medya Grubu Ankara başkanı Elibol’un çocuklarına ait inşaat şirketleri olduğu biliniyor: Ulubol İnşaat Gıda ve Ticaret Ltd. Şirketi.

Elibol Ocak 2006’da söz konusu şirketteki bütün hisselerini oğullarına devretmiş ve Melih yürü ya kulum demiş. Elibol “ben müteahhitlik değil, gazetecilik yapıyorum, ihalelerle ilgim yok” diyor. “Hangi gazetecinin çocuğu iş yapmıyor” diyen Elibol, Dikmen Vadisi’ndeki projenin yüzde 56.56’sını, Batıkent’teki Parkvadisi Evleri projesinin yazde 50’sini oğullarının şirketinin nasıl aldığını açıklamıyor.

Dolayısıyla sormak gerekiyor: Elibol İhlas Holding’ten herhangi bir ücret alıyor mu? Aldığı bu ücret Ankaragücü’ne verdiği nakit borcu açıklamaya yetecek düzeyde mi? Yoksa Elibol’un bu cömertliğinin arkasında Gökçek’ten aldığı ihalelerin mi payı var?

Tuncer Kılıç bir köşede Elibol’la fısıldaşırken gazetecilerin sorusu üzerine, “geçmişte emrimde çalışan katıksız Atatürkçü bir subay” karşılığını veriyor. 1999’da maaşına haciz konduğu söylenen, şimdi ise dünyanın en zengin gazetecisi olan Elibol, Ankara’da yaşıyor ve Gökçek’le yakın dostluğuna devam ediyor.

Bütün bunlara bakınca şu sorular akla geliyor: Elibol binbaşı emeklisiyken nasıl bir medya grubunun Ankara sorumlusu olmuştur? Buradan maaş almadığı doğru mudur? Doğruysa Elibol neden çalışmaya devam ediyor ve nasıl geçiniyor? Emekli maaşıyla geçiniyorsa, Ankaragücü’ne nasıl 8 trilyon borç verebilecek serveti olabiliyor? Elibol’un kamudan talan ettiği devasa arsaları var mı? Bu arsalar üzerinde yapılacak konutların toplam bedelinin 260 trilyonun üzerinde olduğu doğru mudur? Elibol ile Gökçek arasında bir ortaklık var mıdır?

Gökçekler talanın üzerini örtmeye çalışıyor
Melih Gökçek, Ankaragücü kongresinde yapılan usulsüzlüğe değinmeyip, kulübün küme düşeceğini söylüyor. Gökçekgiller kulüple hiçbir resmi bağı olmayan Ankaragücü AŞ. adlı paravan bir şirket kuruyorlar ve henüz kendileri Anakaragücü yönetimine gelmemişler. Ankaragücü yönetimi derhal dava açıp, bu ismi kullanamayacağı yönünde bir tedbir kararı koydurmak istiyor. Dava görüşürken kongre gerçekleştiriliyor ve Gökçek yönetimi kulübü devralıyor. Davadan feragat ediliyor, şirketin sermayesi 50 bin liradan 5 milyon liraya çıkarılıyor ve ileride yapacakları operasyona zemin hazırlıyorlar.

Ankaragücü Spor Kulübü Ankaragücü AŞ’ye devredilmek isteniyor. Çünkü, Ankaragücü Derneği’nin tüzüğü ve statüsü yapmak istedikleri birçok şeyin önünde engel oluşturuyor. Örneğin, MKE kurucu kurum olarak Ankaragücü kongresinde ve yönetiminde belirli bir ağırlığa sahip. Tüzüğün sınırlamalarından kurtulmak ve MKE’nin ağırlığını tasfiye etmek için kulüp şirket bünyesine katılmaya çalışıyor.

Taraftara da el atan Gökçekgiller, Büyük Ankaragüçlüler Derneği’ni kurduruyor ve bazı kişilere taksi plakası dağıtarak taraftar gruplarını kendisine bağlamaya çalışıyor.

Henüz bir buçuk yıl önce Arsenal ve Manchester United gibi kulüplerde olmadığı iddia edilen tesislere sahip olduğunu iddia ettikleri Ankaraspor’u terk eden Gökçekgiller, yine kendilerine borçlandırıp batırdıkları Berlin Ankaraspor’dan da kaçarcasına kurtuluyorlar ve
Ankaragücü’ne göz dikiyorlar. On dört ayda 30 trilyon parayı ceplerine indirmek için.

Gökçekgiller’in Türk sporuna yaptıkları katkı bununla da bitmiyor. Bir sonraki yazıda devam edeceğiz.

Fikret Eloğlu