12 Şubat 2009 Perşembe

Babam

Ben doksan iki yılında, on yedi yaşında, üniversite okumak için evden kopup Ankara'ya giderken babam da emekliye ayrılmış eve dönüyordu. Altmış yaşındaydı ve otuz sekiz seneden beri çalışıyordu. O yıllarda bir devlet memuruna göre oldukça yaşlı sayılırdı. Memuriyette klişedir; yaş elliyi geçtimi, 'Oooo X Bey ne zaman emekliye ayrılıyorsun' sorusu gündelik hayatınızın bir parçası haline gelir. Babam için de durum farklı değildi. Yaşı elliden altmışa doğru devrildikçe bu sorunun frekansı da artmıştı.Başlarda bu suali esprili cevaplarla rahat bir şekilde savuştururken sonraları muhabbetin geçtiği ortamların onu sinirlendirdiğini gözlemlemiştim. O zamanlar hissettiğim, uzun yıllar sonra ise artık kesinkes emin olduğum gerçek şu idi ki; babam işi ile var olanlardandı. Hayatı boyunca sadece ve sadece memurluk yapmış, onun haricinde ek bir işe girişmemiş, okumak ve akşamcılık(!) dışında hiçbir hobisi olmamıştı. Emekli olmak istemediği gibi, olduktan sonra da ne yapacağına dair hiçbir fikri yoktu. Bu yüzden üniversite sınavının tarihi yaklaştıkça, hafiften emekli olmanın zamanının geldiğine dair bir şeyler gevelemeye başlaması beni şaşırtmıştı. Sebep olarak öne sürdüğü, üniversiteye gidecek olmam ve bunun masraflarının altından sadece emekli ikramiyesi ile kalkılabileceği idi. Ağabeyim üç sene önce evlenip gitmişti. O dönemde iyi sayılabilecek bir ücretle çalışıyordu ve anne ve babamın yardımına ihtiyaçları yoktu.Evde benden gayrı herkesin, annem, babam ve babaannem, birer maaşı vardı. Yani safi yiyici konumunda olan bir tek bendim. Bu durumda, şimdi düşünüyorum da, nasıl olur da, bir öğrenciyi okutmak için, hem de o dönemde, emekli ikramiyesi gibi bir meblağa ek olarak ihtiyaç duyulur, anlamıyorum. Ya bizim ailenin istisnasız her ferdinde görülen para konusundaki hesap-kitap bilmeme sorunundan ötürü gerçekten böyle düşünüyordu ya da ayrılmak için kendini ikna edecek sebebi böylece bulmuştu.Neyse, sebep her ne idi ise, sonunda kararını kesinleştirmiş, dilekçesini vermiş ve sınavın olduğu tarihlerde tekaüt olup eve dönmüştü. Eve dönmüştü diyorum çünkü son on senesini yaşadığımız ilçeden doksan kilometre uzaktaki sürgün gittiği ilçede geçirmişti. On sene boyunca pazartesileri gidip cumaları geri dönmüştü. Tek başına olduğu ve sadece hafta içi kaldığı için ev tutmayı fuzuli bulmuş, kalacak yer sorununu hükümet konağının bahçesindeki depo kılıklı yerin eskiden çay ocağı olarak kullanılmış kısmına el koyarak halletmişti.On sene boyunca, hafta arası, tüm eşyası tek kişilik bir yatak, kışları kullandığı bir elektrikli soba ve battaniye, mezelerini hazırlarken ihtiyacı olan tabak-çanak, çatal-bıçak, bardaktan ibaret olan bu on beş-yirmi metre karelik yerde yaşamıştı. Bu on yıl zarfında ben bir çocuk saflığı içinde hep bir gün tayinin çıkıp döneceği umuduyla beklemiştim. Halbuki biraz düşününce,babamın pozisyonu gereği, bunun ne kadar boş bir beklenti olduğu ortadaydı. Babam kaymakamlık yazı işleri müdürü idi ve bu pozisyondan her ilçede birer tane vardı. Pek tabii ki, başka bir ilçeye gidebilmenizin birinci şartı gitmek istediğiniz yerdeki bu koltuğun boş olması ya da oradaki denginizin becayişi kabul etmesiydi ki, bu ikisinin de ihtimali gayet düşüktür. Her neyse... Sonunda babam emekli olarak da olsa geri dönüyordu ama bu sefer ben gidiyordum. Gittim, bir o evde yaşadığım kadar daha yaşadım ve bir daha da geri dönemedim. Üniversite için ayrıldıktan sonra babamla bir arada geçirdiğim en uzun süre hazırlık ve birinci sınıfın yaz tatilleri idi. Ondan sonra evde bulunduğum tatillerin sayısı ve süresi hızla azaldı. Ben büyüyordum. Babamla konuşmam gerektiğine inandığım konuların içeriği ve adedi artıyordu. Mesafeler ve aralar arttıkça onunla birlikte yapmak istediklerim de artıyordu. Babam ise hızla küçülüyordu. Her uzun aranın geri dönüşünde görüyordum ki; babamla konuşmak gittikçe zorlaşıyordu. Emekli olduktan sonra hızla çökmüştü. Bir süre sonra rakıyı bile bırakmıştı. Bu bir süre beni epeyce korkutmuştu, hasta olmasından şüphelenmiştim. Israrlı sorularıma en sonunda cevap vermiş, artık zevk vermediği için bıraktığını söylemişti. O zaman bunu duyunca sevinmiş, rahatlamıştım - Annemin aleyhte propagandasının da gazıyla bu akşamcılık meselesini o zamanlar gözünde çok büyütürdüm -. Şimdi düşünüyorum da, cevabın aslında ne kadar da korkunç olduğunu anlayabiliyorum... Yaşamla arasındaki bağlantıları koparıyordu. Artık hiç kitap okumuyordu, gazete almayı bile kesmişti. Hayatının bir parçası olan mobiletiyle yaptığı kazadan sonra- bir iki kaburgası incinmişti sadece - dışarı çıkmayı da azaltmıştı. İki - üç haftada bir telefon açtığımda konuşacak bir şey bulamıyorduk. 'Baba nasılsın ?' dediğimde, 'Uzatmaları oynuyoruz' cevabını sıklıkla duyuyordum. İşin kötüsü bunu söylerken samimiydi. Hakikatten de 'Ben göreceğimi gördüm, bitse de gitsek artık' havasındaydı.
Memleketimden 2000 km uzakta, 9 Nisan 2008'de, alelade bir iş gününün sabahında çalan telefonun ahizesini kaldırdığımda ilk duyduğum eşimin boğulurcasına hıçkırıklarla ağlamasıydı. 8 Nisan gecesi babamı aniden kaybetmiştik. Yetmiş altı yaşındaydı ve artık gitmek istemesinin dışında hiçbir problemi yoktu.
'Erkeğin ölümü babasının ölümü ile başlar' demişti bir arkadaşım. Konuşamadıklarım ve yapamadıklarımla babamı çok özlüyorum...